Ahadiyet ilimle başlar ama hâlle tamamlanır.
“Ahadiyet…
Bir’in bile bir olamadığı yerdir.”
Tevhid, ‘bir’ demektir.
Ama ahadiyet, sadece birin kalması değil,
birin bile olmadığı,
yalnızca O’nun olduğu saf teklik makamıdır.
Yolcu sordu:
“Melami…
Sen hep ‘ahadiyet’ diyorsun.
Ama bu teklik nedir?
Bir’lik nedir?
Ve ben niye anlayamıyorum?”
Melami baktı...
Ne tepeden, ne düzden...
İçinden baktı.
Ve dedi ki:
"Ahadiyet…
Bir’in bile bir olamadığı yerdir."
Tevhid, 'bir’ demektir.
Ama ahadiyet, sadece birin kalması değil,
birin bile olmadığı,
yalnızca O’nun olduğu saf teklik makamıdır.
Sen tevhidi idrak ettiğinde,
dersin ki:
“Her şey O’ndan geldi.”
Ama ahadiyeti idrak ettiğinde,
artık şunu demeye başlarsın:
“Hiçbir şey yoktu…
Yalnızca O vardı,
ve hâlâ sadece O var.”
Ahadiyet, çokluğu silmez—çokluk zaten hiç olmamıştır.
Senin gözün görmüştür.
Senin dilin isim vermiştir.
Senin benliğin ayırmıştır.
Ama O hiç bölünmemiştir.
Hiç parçalanmamıştır.
Hiç iki olmamıştır.
Melami dedi ki:
“Sen hâlâ ‘ben’ diyorsan,
ahadiyeti konuşamazsın.
Çünkü ahadiyet,
ben’in küle döndüğü yerdir.
Kendine dair bütün fikirlerin yanmadan,
O’nun birliğine dair tek söz bile edemezsin.”
Yolcu suskunlaştı.
Kalbinde bir sızı oluştu.
Melami devam etti:
**“Ahadiyet ilimle başlar ama hâlle tamamlanır.
Okuyarak değil;
ölerek anlaşılır.
Ve bu ölüm,
bedenin değil;
benlik hayalinin ölümüdür.”
Sen “ben idrak ettim” dediğinde,
idrak seni terk eder.
Ama sen sustuğunda,
O konuşur.
Ve o konuştuğunda,
artık sen yoksundur.
İşte orası ahadiyettir.