“Ben sır veremem. Çünkü sır, verilmez.
“Sana bazen derin konuşurum,
çünkü derinlikte boğulman gerekir.
Bazen yüzeyde kalırım,
çünkü hâlâ suya girmeye korkuyorsundur.
Melami derin bir nefes aldı.
Rüzgâr, otların üzerinden geçti o an.
Sanki bir sır fısıldanmıştı doğaya,
ama insana değil.
Yolcu gözlerinin içine bakarak sordu:
“Bazen derin anlatıyorsun, bazen yüzeysel…
Ama hep kaçırıyorsun bir şeyi.
Sırrı vermiyorsun, Melami.
Sırrı ne zaman vereceksin?”
Melami gözlerini kapadı.
Sessizce dinledi o soruyu.
Sanki soruyu önce göğe sordu, sonra toprağa.
Sonra yavaşça, kalpten akan bir sesle dedi ki:
“Ben sır veremem.
Çünkü sır, verilmez.
Sır, yalnızca açılır.
Ve açılacak kalp,
zaten sormaz…”
Yolcu durdu.
Yutkundu.
Bu cümle bir hançer gibi saplandı göğsüne.
Çünkü ne kadar çok sormuştu…
Ne kadar çok istemişti…
Ama içten içe hâlâ kendisiyle istemişti.
Melami devam etti:
“Sana bazen derin konuşurum,
çünkü derinlikte boğulman gerekir.
Bazen yüzeyde kalırım,
çünkü hâlâ suya girmeye korkuyorsundur.
Ama sır…
Sır ne derinliktedir,
ne yüzeyde.
Sır, hiçliktedir.
Sen yok olursan,
sır kendini sana açar.
Ama sen oldukça,
hiçbir anahtar işe yaramaz.”
Yolcu fısıldadı:
“Peki ne zaman yok olurum, Melami?”
Melami gülümsedi.
Ama bu, neşeli bir gülümseme değil,
rahmet dolu bir yaraydı.
“Kendini anlatmayı bıraktığında.
Kendini savunmayı, beğenmeyi, beğendirmeyi…
Ne zaman ki bir cümle kurmadan oturabilirsen,
Ne zaman ki bir gözyaşını ‘neden’ demeden dökebilirsen,
Ne zaman ki bir secdeye varıp,
geri kalkmayı unutursan…
İşte o zaman,
Sır sana açılır.
Ve sen,
Onunla birlikte yok olursun.”
“O zaman anlayacaksın ki,
Sır, verilmedi sana.
Sen, sır oldun.”
Ve o an…
Gökte bir kuş süzüldü.
Hiç kanat çırpmadan,
Sadece rüzgârla…