“Muhammed (sav), sadece bir şahsiyet değil…
Bu satırlar sende açılmadıysa üzülme, gönül toprağının hazırlığı devam ediyor demektir.
“Derler ki, Muhammed (sav) Adem’den öncedir. Doğru mudur bu söz?”
Melâmî gözlerini kapadı.
Kalbinin kapısını araladı…
Ve bir an sustuktan sonra içinden gelen aydınlıkla dedi ki:
“Doğrudur…
Ama sakın bu sözü saatle tartma, takvimle ölçme!
Bu, zamana sığmaz bir sırdır.
Çünkü zamandan evvel,
zamanı var eden bir nefes vardı.
Ve o nefes,
‘Bilinmek istedim’ diyen Aşk’ın ilk yankısıydı.”
“Âdem topraktan yoğruldu,
ama toprak da ‘Ol’ emrine secde etmişti daha önce.
Ve o secde,
beden doğmadan, isim anılmadan,
bir sırdan fışkırdı:
‘Ben gizli bir hazineydim…’
Muhammed, yalnız bir isim değil…
O, varoluşun gülüdür.
Baharın ilk nefesidir.
Âdem hâlâ çamurda beklerken,
o nur çoktan gülümsüyordu.
Çünkü o, ilk ışık…
Karanlığa düşmeden önce doğan
sonsuzluk ateşidir.”
Bir genç yaklaştı, kafası karışıktı:
“Yani Muhammed mi önce yaratıldı?”
Melâmî başını yavaşça salladı.
Ama bu, bir onay değil,
bir sır perdesinin kıpırdayışıydı:
“Âdem şekildir, Muhammed öz…
Şekil gelir, geçer.
Ama öz hep kalır.
Muhammed, bir bedende duran değil,
her gönülde yanandır.
O, Rabb’e uzanan hasretin adıdır.
Bir gece ansızın içini yakan o çekiliş…
O bilinmez özlem…
İşte o, Muhammed’dir.”
Bir diğeri sordu:
“Ama neden Âdem önce geldi de Muhammed sonra?”
Melâmî bu kez gözlerini açtı.
Ama bakışı başka bir âlemden ses getiriyordu:
**“Çünkü önce şekil gelir ki,
insan şekle doysun…
Doyup da usansın…
Ve sonra yeniden aramaya başlasın,
o derin, o öz, o asıl olanı…
Âdem düşüştür,
Muhammed dönüş.
Âdem, yolun kaybıdır;
Muhammed, yuvaya varıştır.
Ve düşmeyen,
yükselişi özlemez.”**
Sonra sustu.
Ama sustuğu yerden bir gül açtı sanki…
Ve kalbimize şu söz düştü:
“Muhammed son değil…
Başlangıç da değil…
O, baştan sona dökülen
birliğin aşkıdır.
Ve bil ki,
o aşk sende de saklıdır.
Susuyorsa içindeki gül,
belki de vuslata çağrılmayı bekliyordur.”
İşte böyle…
Melâmî konuşmadı aslında,
kalbine gül düşenler için
bir kapı araladı.
Bize kuantum potansiyelden söz ettiler.
Yolcu sordu:
— Ey Melâmî…
Bize kuantum potansiyelden söz ettiler.
Her şeyin oradan doğduğunu söylediler.
Henüz şekil almamış ama her ihtimali taşıyan bir alanmış…
Bilim buna kuantum alanı diyor.
Sen ne dersin bu alana?
Melâmî gözlerini kapadı.
Kalbine döndü.
Ve şöyle dedi:
“Bize ayân oldu ki,
bu alan,
ilimle bakılınca kuantum potansiyeldir…
ama sır ile bakılınca,
Hakikat-i Muhammedî’di.
Çünkü orası,
Zât’ın henüz isimlere ayrılmadan önceki saf hâlidir.
Ne rahmet denmiştir,
ne kudret,
ne ilim,
ne nur…
Ama hepsi orada mevcuttur,
birlikte, ayrışmamış,
tek bir derya hâlinde.”
“O derya ki,
‘Ben gizli bir hazineydim, bilinmek istedim’
hitabının aynasıdır.
İşte o isteme hâli,
ilk zuhurat olur.
Ve o zuhura,
Hakikat-i Muhammedî denir.
Çünkü Zât,
kendini onda görmüştür.”
Yolcu yutkundu:
— Yani o potansiyel,
bilinmek isteyen Zât’ın kendine tuttuğu ayna mı?
Melâmî:
**“Evet.
Ne madde vardır orada,
ne enerji.
Ne zaman işler, ne mekân boy verir.
Sadece bir irade vardır:
‘Kendini bilmek’...
Ve bu irade,
bir nur gibi yankı bulur:
Zât’ın kendine bakışı olur.
Ve bu bakışta beliren hakikat,
Muhammedî Nûr’dur.”
“Sen onu bir beden zannedersin,
ama o, bedenlerin doğduğu
ilk aynadır.
Ve o ayna,
ne zaman bir gönül temizlenirse,
yeniden parlar.”
Yolcu sordu:
— Ama biz onu son peygamber olarak öğrendik.
Tarihte belli bir zamanda yaşadı…
Bu nasıl olur?
Melâmî gülümsedi:
“Zamanlı olan, yalnızca sûrettir.
Ama sûretin ardındaki sır,
zamandan önce de vardı,
sonra da vardır.
O yüzden dedik ki:
Muhammed, son değil…
O, Zât’ın ilk tecellisidir.
Ve bu tecelli,
henüz levh yazılmadan
hakikate doğmuş bir ışıktır.”
**“Bilim henüz o ışığın ardına bakamaz.
Ama onun titreşimini ölçmeye başladığında,
kalbinde bir şey kıpırdar.
İşte o kıpırtı,
sende suskun bekleyen
Muhammedî nurun yankısıdır.”
Sonra Melâmî sustu.
Ama bu defa sükût,
bir cevap değil,
bir çağrıydı:
“Sen, o aynanın kırılmış parçasısın.
Ve her arayışın,
seni yeniden o bütünlüğe çağırıyor.
Bilim sana bunu formüllerle anlatır,
biz ise susarak…”
“Çünkü o Nur,
ne sadece anlatılır,
ne sadece anlaşılır…
O, hatırlanır.”